Ana içeriğe atla

Sayın Tekin Şener Paylaşımıdır Ulu Camii Cennet Kapısı, Mona Lisa’dan daha zengin Doğan Kuban 12 Haziran 2017 Ulu Camii Cennet Kapısı, Mona Lisa’dan daha zengin Divriği’de Hürremşah’ın Cennet Kapısı Türkiye’nin en büyük sanat yapıtıdır. Mengücek Emiri Ahmet Şah ve eşi Turan Melik’in yaptırdıkları Ulucami ve Şifahane'nin mimarı olan Ahlatlı Hürremşah’ın tasarladığı, bezemelerinin çoğunu eliyle yonttuğu taç kapılar Türk çağının en önde gelen başyapıtlarıdır. Kıble kapısındaki yontu (heykel), tasarımı ve işçiliği ile İslam ve Yakındoğu’da yoktur. İkonografik olarak dünya sanat tarihinin hiçbir döneminde, büyük bir heykel uygulaması olarak, bu nitelikte bir ‘Cennet Kapısı’ imgesi yaratılmamıştır. Hürremşah’ın tasarladığı ve olağanüstü yaratıcılığı ile kendi eliyle yonttuğu bu taç kapı dünya sanat çevrelerinin artık farkında olduğu bir yapıttır. Divriği Ulu Cami ‘korunması gereken en önemli evrensel sanat miraslarından biri’ olarak, UNESCO’nun tarihi yapılar listesindedir. Anadolu Türk kültürünün kimliğini oluşturan en önemli tarih mirasıdır. Anadolu-Türk varlığının dokunulmazıdır. Bu yazı 1967’de başlayan bir koruma çabasının ülke gündemine getirilmesi için bir çağrıdır. Eşi dünyada yok: Bir Şah Eser Dünyanın en büyük Cennet Kapısı İmgesi, 800 yüzyıl önce, yaratıcı bir tasarımla ve kanımca, dünyada başka eşi olmayan bir yontu ustalığı ile dünya heykel sanatına armağan edilmiştir. Anadolu-Türk kültür ortamında yaratılan bütün sanat yapıtları arasında bu büyük sanat yapıtı ile eşleştirilecek başka bir yapıt yoktur. Ülkemizde tarihi anıtların arasında koruma önceliğinde ilk yapıttır. Korunması, fakat cahil restoratörlerin dokunmaması gereken bir ‘Şah-Eser’dir. Toplum kimliğini yok etmenin en kestirme yolu sanat yapıtlarının tahribidir. Onlar kültürün maddi kanıtlarıdır. Bunların başında mimari gelir. Kuşkusuz pek çok başka veri de var. Tarih de onlara dayanarak yazılır. 18. yüzyıla kadar yazının elle yazılması, eğitimin sadece dini öğreti niteliğinde olması, kitabın nadir ve sadece egemen olanlardan söz eden bir anlatı olarak kalması, okuma yazması olmayan toplumların bu güne kadar cahil kalmalarının nedenidir. Tek araştıran uzman yok Türkiye tipik bir örnektir. Bugün 80 milyon Türk’ten hiçbiri, eğer bu konuyu inceleyen uzmanlar arasında değilse, Mengücekoğlu Beyliğini, adından başka bir şeyi ile hatırlamaz. Libya’nın ya da Van’ın nerede olduğunu bilmeyen sokaktaki kalabalıklara Mengücekoğlu Beyliğini sormayın! Bizim de ulusal kültürümüz var diye böbürlenen kimilerinden, ülkelerinin tarihi ve diline ilişkin bilgi alamazsınız. Kendi geçmişlerini öğrenmemişlerdir. Avrupa’nın Rönesans’tan sonraki aydınlanmasının bize sadece rüzgârı geldi. Kendi tarihimizi de Avrupalılardan öğrendik. Fakat bu toplum ve ülke, bir varlık olarak, bizim ocağımızdır. Ne var ki toplum, cehaletinin doğası sonucu buna sahip çıkma bilincini üretemiyor. Divriğilinin ortak aklı da, ‘kültür’ deyince Hürremşah’ın kapısını anımsamıyor. Tutucu halkın ne yazarını, ne dilinin tarihini, ne de anıtlarını bilmemesi, Avrupa’ya göre sığ kalmış Osmanlı kültürünün tarih boyunca hep taklitle yaşamış olmasının sonucudur. Tarihi kimliğimize sahip çıkamıyoruz. Mücevher’in farkında olmayan toplum Böyle bir yapıtın farkında olmayan ve ona eşi bulunmaz bir mücevher gibi davranmayan bu toplum, kültürel aymazlığın en derin çukurunda sayılabilir. Tarihin yaşayan verilerini koruyamıyor. Burada kabahat ya da suç, döner kebap dükkânı ile tarihi taç kapı arasında bir fark görmeyen, halk ya da idareci, aydınlanmamış çoğunluğun değildir. Yozlaşmış entelektüel azınlığın sanatsal duyarsızlığıdır. Bu yontu, tarihimizin dokunulmazdır. Hiçbir kuruluşun malı değil, insanlığın ve Türk tarihinin malıdır. Türk tarihine onur veren bir mirastır. Bu taç kapıda, doğanın, geometrik olmayan, çizgi ve sayıya indirgenemeyecek bir ağaç gibi, özgür bir tasarımı yaratılmıştır. Palmetler cennet ağaçlarını simgeliyorlar. Sanatçı kapı kemerinin üstüne yerleştirdiği ‘Lotus’ çiçeği motifinde de aynı davranışla, Hindistan’dan Mısıra, sonsuz yaşam imgesi olan lotus çiçeğini, en klasik biçiminde kullanarak, Cennet Kapısı imgesini bir sonsuzluk simgesi ile taçlandırıyor. Hürremşah, neredeyse bütün Ortadoğu geçmişini özetliyor. Mona Lisa’dan zengin Bir taç kapıyı simgesel çiçek ve yapraklar kullanarak sonsuza uzanan bir cennet kapısı olarak hayal etmek Hürremşah’ın bize kültürel hediyesidir. Dünyada başka eşi olmayan ve Anadolu-Türk kültürünü ayrıcalığını vurgulayan bu yapıt, Mona Lisa’nın portresi yanında, çok daha zengin bir sanat yapıtıdır. Hürremşah’ı Leonardo ile karşılaştırmak söz konusu değil. Ama bu kapı Louvre’da sergilenseydi, sanatseverlerin ağzından düşmezdi. Ulu Cami’nin kıble kapısı büyük bir sanatçının hayalini süsleyen bir imge olarak, olağanüstü bir işçilikle taşa oyulmuştur. Bu cephede sanatçının olağanüstü hayalinin yarattığı derin ve güzel imgeler var. Ağaçlara insan yaşamının simgesi olarak bakmak, kat kat güneş simgelerini gök kubbenin tanrıya çıkan basamakları olarak düşünmek, sufi imgelerden çok daha güçlü ve etkileyicidir. Yükselişin lotusla bitmesi de, cennete giren inançlı insanın sonsuz yaşamını simgeler. Bu ayrıntıların çağdaş insanları nasıl etkileyeceğini bilmiyorum, ama İslam kültürünün sanatsal ifadesi açısından başka örneği yoktur. Hürremşah’ın sanatı üzerinde bir kitap yazılabilir. Burada pagan kozmogoni var. Bu tasarımda Türk Şaman tarihinden kalan olgular var. Pagan Türklerde Şamanlar göğü dokuzuncu katına yükselerek Kök Tengri’ye simgesel olarak ulaşırlardı. Bu taç kapıda sanatçı, dokuz gök katını simgeleştirmiştir. Simetrik gibi, ama değil! İnsan yaşamını doğaya yaklaştıran bir yorum, birçok tarihi simge, sanatsal buluş var. Sanatçının olağanüstü duyarlığı ve eşsiz el mahareti ve kanımca, Batının en iyi heykeltıraşlarıyla boy ölçüşecek bir ustalığı var. Simetrik bir tasarım gibi gözükmesine karşın, hiçbir biçim simetriğinin eşi değil. Her eli değdiği biçim, yerinde yontulurken yaratılmıştır. Kısaca dünya çapında bir yontu yapıtımız, yani heykelimiz var: Cennet Kapısı simgesi... Eşi ne İslam’da ne batıda ne de herhangi bir kültürde yok. Türk halkının da bundan haberi yok! Bu toplumsal cehaletin en büyük kanıtıdır. Türk kültürü diye dövünenlerin utanması gereken bir durumdur. Türk kültürünü ağızdan düşürmeyenler için Türkiye’de bundan daha önemli bir arkeolojik kalıntı yoktur. Bunların farkında olmayan bir toplumun geçmiş kültür özentisi, içeriksiz bir politik söylemdir. Fakat asıl acı olan entelektüel ahlaksızlık (halk katında namussuzluk) ya da sanatsal duyarsızlık ve hamlıktır. Dış etkilerden mutlaka korunmalı Hürremşah’ın yapıtını korumak için yontuya el değdirmemek ve yapının statik sorunlarını çözmek, yontuları dış hava etkilerinden korumak gerekir. Bu kapı bir müze objesidir. Her ayrıntısını o andaki yaratıcı vuruşu ile hiçbir tuşunu yinelemeyerek yapan bir büyük heykeltıraşın yapıtını taşçı ustalarına restore ettirmeyi düşünmek bir cinayet programıdır. Buna karşı çıkmak, entelektüel kamuoyu için, dünya çapında bir sanatçıya, kültürel varlığımıza ve çağdaş koruma anlayışına saygı gereğidir. ‘Cennet Kapısı’ deyimi yeni bir kültür kampanyası çağrısıdır. Aydın vatanseverlerin katılması toplumsal bir görevdir. Doğan Kuban


via Sivas Herfene http://bit.ly/2iIRe9Q

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hayriye Karayurt Bir eğitim neferi . Kendisi 40 yıl Sivasımız da ilkokul öğretmenliği yapmış nice çocuklar yetiştirmiştir. Cumhuriyet ilkokulunda çalıştığı zamanlar 1971 yılında yılın öğretmeni seçilmiş başarılı bir eğitimci . Şu an kendisi halen memleketi olan Sivas’ta yaşamını sürdürüyor. Değerli hocamıza sağlıklı ömürler dileriz.

via Sivas Herfene https://bit.ly/45TwjGs
via Sivas Herfene http://bit.ly/2t7LRF9

Pamukpınar öğretmen okulu Tarihçe Pamukpınar Köy Enstitüsü, Sivas-Tokat karayolu üzerinde Yıldızeli’nin 5 km kuzeyinde 1941 yılında kuruldu. Pamukpınar adının nereden geldiğinin iki ayrı söylencesi var: 1. hoş içimli kaynak suyundan geliyor. 2. yerleşke bölgesinde yüzeyden akan kireçli pınar suyu aktığı yerleri beyaza dönüştürdüğünden Pamukpınar adı kalıcılaşıyor. Kısacası Pamukpınar ismi bir sudan geliyor. Pamukpınar topraklarının istimlak işleri 1938 yılında yapıldı. 700 dönümlük arazi üzerinde 1941 yılında faaliyete geçti. Okulun yerleşme ve spor alanları hariç 400 dönüm ekilip, işlenebilir arazisi vardır. Akçadağ Köy Enstitüsü’nde okuyan Sivas, Tokat ve Erzincan’lı öğrenciler (efsane öğretmenimiz Ömer Yurdagül’ün rehberliğinde) getirilerek 2. ve 3. sınıflar oluşturuldu. Adı geçen illerin köylerinden, ilkokulu bitiren öğrenciler alınarak 1. sınıflar oluşturuldu. Başta okul müdürü Ethem Salmangil, bir müdür yardımcısı, üç öğretmen ve yüz seksen öğrenci ile eğitim-öğretime başlandı. Henüz derslik, yemekhane, yatakhane ve lojman binaları yokken; öğrenciler Yıldızeli’ndeki Cumhuriyet İlkokulu’nun zemin katında yatıyor, yemeklerini de orada yiyorlardı.. Havaların iyi olduğu günlerde Pamukpınar’a gidilerek temeller kazılıyor, tuğlalar hazırlanıyor, binaların yapımında öğrencilerin de beden gücünden yararlanılıyordu. 1942 yılından itibaren normal eğitim-öğretimin yanı sıra eğitmenler de yetiştirilmeye başlandı. Askerliğini yapmış, okuma yazma bilen erkekler alınarak, Nisan ayı ie Ekim ayı arasında kurslarda yetiştirilip, köylere Eğitmen olarak gönderiliyorlardı. Yetişkin bu insanlardan binaların yapım ve bakımlarında da yararlanıldı. Bu Eğitmenler’in kırsal bölgelerin eğitim ve kalkınmalarına büyük katkıları olmuştur. Eğitmen yetiştirilmesine 1948 yılına kadar devam edildi. Okulun kuruluşundan itibaren Döner Sermaye teşekkül ettirildi. Arazinin yarısı ekilip, biçilirken diğer yarısı nadasa bırakılıyordu. Örnek verirsek; 1964-1965 Ekim’i sonunda 8 ton arpa, 9 ton yulaf, 10 ton buğday, 2 ton saman, 3 ton ot, 1 ton yonca üretildi. Ayrıca büyükbaş hayvanlar ve kümes hayvanları da yetiştirilerek, bunların etinden, sütünden yararlanılıyordu. Yine küçük bir orman haline getirilen Pamukpınar arazisinde çam, söğüt, kavak, elma, erik, akasya, meşe vs. ağaçlar yetiştirilmiştir. Ayrıca yaz aylarında okulun büyük sınıf öğrencileri dönüşümlü olarak okula çağırılarak tarım işlerinde çalıştırıldı. Köy enstitüleri 1952 yılında zamanın yöneticileri tarafından kapatıldı. 1952 yılından itibaren 6 yıla çıkarılarak PAMUKPINAR YATILI ERKEK ÖĞRETMEN OKULU olarak eğitim öğretimini sürdürdü. 1976 yılından itibaren, ÖĞRETMEN LİSESİ’ne dönüştürüldü. 1988 yılına gelindiğinde; öğretmen lisesinin içinde bir de GÜREŞ OKULU açılarak; 1990 yılına kadar çift okullu Eğitim Öğretim sürdürüldü. 1990 yılından 1997 yılına kadar PAMUKPINAR ANADOLU ÖĞRETMEN LİSESİ adiyla faaliyetine devam etti. 1997 yılından itibaren, YATILI İLKÖĞRETİM BÖLGE OKULU’na (YİBO) dönüştürüldü. 2014 yılından beri ise YATILI BÖLGE ORTAOKULU statüsünde Eğitim ve Öğretim’e hizmet veriyor. Pamukpınar 4000′e yakın öğretmen yetiştirerek yurdun her tarafına göndermiştir. Yurdumuzun her tarafında Pamukpınar’dan yetişmiş hemen her meslekten insana rastlamak mümkündür. PAMUKPINAR’DAN YETİŞENLER Cahit Külebi Şair Sabri Özer Şair ve Yazar Mahmut Özdermir Bakan Nihat Canpolat Vali Amir Çiçek Vali Halil İbrahim Akça Büyükelçi Mehmet Çağlar Genel Müdür Necati Yalçın Prof. Dr. Hüsnü Aydoğdu Müzisyen Dursun Çiçek Albay Dr. – Mv. Şeref Eroğlu Güreşçi (Dünya Şampiyonu) Hakkı Bulut Sanatçı Mehmet Güler Yazar Hasan Göztepe Yazar Ali Doğan Halk Ozanı Tevfik Karakaya Profesör Niyazi Ünsal Eski Erzincan Senatörü Emin Özdemir Yazar Mehmet Ceylan Profesör Dr. Kadim Ceylan Profesör Dr. Ahmet Erbil Fizik Prof. Dr. Amerika (NASA) Orhan Çakırer Prof. Dr. Ali Bozkurt TÖB-DER Genel başkanı Abbas Cılga Şair- Yazar Hazım Zeyrek Şair- Yazar Mehmet Adem Solak Şair- Yazar

via Sivas Herfene http://bit.ly/2s3MhyS